AYTUNÇ ALTINDAL İLE HİTLER VE DİĞER RİTÜEL İNANIŞLAR RÖPORTAJI
Aytunç Altındal kimdir?
1945 yılında İstanbul’da doğdu. Bugüne kadar 16’i telif 11’içeviri 27 kitabı, 400’den fazla da makalesi yurtiçi ve yurtdışında yayınlandı. 1977 senesinden itibaren ise Fransa Sorbon Üniversitesi Fransızca Eğitim bölümünde tahsil gördü. 1983’de İsviçre’de Modus Vivendi Kültür Merkezi’ni kurarak 10 yıl yönetti. 1989 yılında Rusya’da Kültür Danışmanlığı görevini yaptı. 1993’te Uluslararası Avrupa Düşünce Çalışmaları Topluluğu Bilimsel Kuruluna üye oldu. 1995’te merkezi New York’ta bulunan Carnagie Cuncil on Ethics and International Affairs örgütüne davet edilen, ilk ve tek Türk Konuşmacı oldu. Aynı sene, New York’ta Birleşmiş Milletler bağlantılı İnsan Yaşamından Sorumlu Ruhani ve Siyasi Liderler Global Forumu’nda Uluslararası Danışman üyesi oldu. Ünlü Fizikçi Isaac Newton’un bugüne kadar hiç bilinmeyen bir kitabını da yayınlayan Altındal, Uğur Mumcu’nun “Sakıncasız” adlı eserinin de yapımcılığını üstlendi.
Sizin ilgi alanınız, araştırmalarınız çok ilgi çekici, dikkat çekici. Herkesin çaktırmadan, bir şekilde ilgilendiği ama genelde bunu sakladığı konular. Biz sizinle konuşmaya Aryanlardan mı başlasak?
-Gizli örgütlerden başlayalım değil mi? Gizli örgüt diyorum, komplo teorisi anlaşılıyor, öyle anlaşılmasında da fayda var. Gizli örgüt derken kastedilen gizlilik ne demek asıl bunu bilmek lazım. Demek ki bir örgütlenme var ama gizlenmesi gerekli. Bu örgütlenmeleri ikiye ayırmak gerekir; bir secret societies (gizli topluluklar) var bir de ocult societies (gizlici/okült topluluklar) var. Gizli topluluk dediğimizde akla ilk gelen Masonlar ama okült dediğimiz zaman anlatılan daha farklı. O da gizli demek fakat anlatılan başka bir husus. Nedir o? Daima baskı yapan bir güç bulunuyor. O güç, senin yaptığın çalışma. Senin yaptığın çalışmayı kendisine aykırı karşı olarak kabul eden bir baskı unsuru var. Dolayısıyla sen yaptığın çalışmaları gizlemek zorunda kalıyorsun ve onlara bir takım şifreler veriyorsun, bir takım sembollerle anlatıyorsun. Yani bir takım kodlamaların dışına çıkıp onları sadece senin üyelerinin anlayabileceği bir iletişim şekliyle anlatıyorsun. Bu mecburen oluyor çünkü ortada ciddi bir baskı unsuru var. Bu devlet olabilir, bir dini kurum olabilir, askeri kurum olabilir, bir sosyal kurum olabilir. Sonuçta, ortada baskı yapan bir unsur var ve diyor ki “Senin yaptığın çalışmalardan hoşnut değilim, bunları kendime karşı tehdit olarak algılıyorum. Senin amacın beni yok etmek, dolayısıyla sen beni yok etmeden ben seni yok edeceğim.”
İktidar meselesine dönüşüyor yani?
İktidarın değişik bir şekli bu. Sadece iktidarın al ver meselesi de değil, “Ben, senin varlığına karşıyım. Seni ‘var’ kabul etmiyorum, yani sen yeryüzünde, kozmosta var olmamalısın” diyor. Okült topluluk dediğimizde arşimizm, hermetizm ile bağlantılı ezoterik çalışmalar yapılıyor. Bunu kendilerine tehdit gören kurumlar okültlerin çalışmalarına batıl diyorlar. Aslında kullanılan kelimeler aynı fakat o kelimeye yüklenmiş olan anlamlar farklı. Farklı olduğu için de ben, senin varlığını kabul etmiyorum. Bir de gizli topluluklar var. Kuruluşları itibarı ile yapılanmaları daha çok menfaat üzerine kurulu, bir araştırma yok. Bir şey yapıyor gözüküyoruz ve diyoruz ki “Bizim elimizde çok büyük bir sır var ve bunu kimseye söylemeyiz.” Ve en gizli sır, aslında hiç var olmayan sırdır. Demek ki bir tanesi okült ve gizli bilimlerle uğraşan insanlar ki bunların kimi filozof, kimi kimyager, kimi doktor vesaireymiş geçmişte. Paracelsus mesela, gelmiş geçmiş en ünlü okültistlerden, arşimistlerden biri. Daha 16.yy’de kan bilimi kurmuş, kan ile ilgili araştırmalar yapmış. Günümüzde kan biliminde yeni bir buluş yapana Paracelsus madalyası veriliyor. Ama Paracelsus’un adının anılması 1540’dan 1992’ye kadar yasaktı.
1992’de ne oldu da değişti?
1970'li yıllardan itibaren Paracelsus’la ilgili çok fazla yayın yapıldı. Bunlar da yasağın kalkmasına yardım etti.
İade-i itibar oldu yani.
Aynen öyle. Mesela Agrippa, mesela Picco Della Mirandola... Bunların hepsi dev adamlar ama kilise onları yasaklamış yani aforoz edilmişler. Çok önemli bir başka adam daha var ama üstündeki aforoz 2012 senesinde bile devam ediyor. O da Martin Luther. Martin Luther’in adını anmak da yasak. 1512’den itibaren kiliseye eleştiriler getirmiş ve kilise aforoz etmiş. Aforoz ne demek?
Ölemez, gömülemez, evlenemez... Sosyal hayatta var olamaz yani.
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Tavan yaptığı dönem 1415, çalışmalarının bastırılması. 16. yy ve gerçekte 17. yy’ı çok etkileyen ve sonrasında günümüz dünyasını da şekillendiren 30 Yıl Savaşları var. 30 Yıl Savaşları Avrupa’da 1618-1648’de yaşandı. Aryanlara da buradan gireceğiz. Otuz Yıl Savaşları’nın sonu sırasında yaklaşık yirmi milyon Alman Protestan öldürüldü. Öldürenlerin başında tabii Katolik Kilisesi var. Kilise, insanları Katolik ordulara kestirdi. Sefalet o boyuttaydı ki Almanya’da meşhur Heiderberg’de çengellerde asılı insan butları satılıyordu. Açlıktan kırılıyorlar, sefalet, perişanlık... Ardından 1648’de bugün dünyaya yön veren Vestfalya Antlaşması imzalandı. Vestfalya Antlaşması’nın 14. maddesinde diyor ki; bundan sonra Avrupa’da seküler değerlere göre yasalar yürüyecek diyor. Bu arada kaldırdığı bir başka önemli yasa var; 'Sizin dininiz, sizin yönettiğiniz topraklarda geçerlidir.' O zamana kadar durum şöyleydi; ben Katolik bir prenssem, bana bağlı olan herkes Katolik olmak zorunda. Protestan olduğu takdirde onu öldürme hakkım vardı. 1648’de dediler ki artık adamın Katolik olmak mecburiyeti yok, fakat “Ben, Protestan olacağım” diyorsa pılısını pırtısını toplayıp Protestan bir yere gitmesi lazım. Dolayısıyla Avrupa’da müthiş bir iç göç yaşandı. Ortadan kalkan ikinci, çok daha önemli ve sizleri de ilgilendiren bir şey, o zamana kadar Katolik Kilisesi’nin sinyorlara tanıdığı bir hak vardı, bu hakkın ismi 'jus primae noctis' yani ilk gece hakkı. Ben bir prensim, benim prensliğim içindeki köylerde yer alan kızların bekareti benim. Evlenecek olsalar da önce benimle veya benim seçeceğim bir şövalye veya papaz ile yatmak durumunda, daha sonra müstakbel kocası ile evlenebilir. Bu sebepten ilk doğan çocukların isimleri genellikle John olur ve onlar hep papaz olurlar. Kocaları ancak ikinci çocuğun kendilerinden olduğundan emin olabilirmiş. John isminin seçilmesinin sebebi Protestanlar... Jus primae noctis de kalktı Vestfalya ile beraber. İşte bu dönemden sonra bir yandan gizli topluluklar, bir yandan da Avrupa’dan kaçan bazı bilim adamları İngiltere’de masonluğu başlattı. Tüm bunların arasında Türkiye’de de daha 15. yy’den gelen Rosi Cross var, Gül ve Haç... 1912-14’e kadar burada, İstanbul ve İzmir’deydi en son Rosi Cross merkezi.
Gizli toplulukların varlığı biliniyor, tanınıyor, var olmasında hiç bir sorun yok ama okült toplulukların var olması bir tehlike mi?
Evet, ama gizli topluluklar de bulundukları çember veya koydukları kurallar çerçevesinde var. Onu geçtiği zaman o da yok. Bizim esas vurgu yapmamız gereken yer şöyle, okültte bilimsel araştırma var, bir üretim var. Gizli topluluklar ise bir menfaat teşkilatı gibi. Tarihte yaklaşık 1200 kadar gizli topluluklar var ama çok az okült topluluk var. Bir inanç var, bir de iman var. Bu okültistler inançlı kişiler ama imanlı değiller. Kitabım ‘Bir Türk Casusunun Mektupları’nda aradaki temel farkları görürsünüz. Bir de iman var, imancılar da dinciler oluyor.
Sorgulayıp araştıranlar ve sorgulamadan alanlar.
Evet, bu dogma yani iman. Bir örnekle açıklayalım: İsa, bakireden doğdu diyelim, evet veya hayır. Diyorsan ki “Çocuk bakireden nasıl doğar, olur mu böyle bir iş?” Karşındaki, günümüzde tabanca, o zaman da kılıcı koyuyor masaya ve sen kabul etmek zorunda kalıyorsun. İşte bu iman, sorgulamadan kabul etmek. Ama inançta öyle değil. Olabilir de olamaz da. Kuşku var. Okültiste kuşku var.
Bu kuşku zaten okültisin varoluşunu tehdit haline getiriyor.
Kuşku olmadan bilim yapamıyorsun tabii. Ama bu insan da inançlı, sadece “Bende iman yok.” diyor. İman sahipleri ise akla karşı, din dediğimiz olayın kendisi irrasyoneldir. Yani akla ihtiyacı yoktur. Dinde sen kalkıp da “Bu iş benim aklıma uydu, uymadı” diyemezsin. Denileni ya kabul edersin ya da etmezsin. Etmezsen sonuçlarına katlanırsın. Okültte kuşku olacak, şimdi size bir deney yapayım (havadan çakmağı masaya bırakır ve sorar) Ne oldu?
Düştü.
Düşmek fiilini görüyor musun? Bir cisim uzayda hareket ediyor. Şimdi sen buna diyorsun ki “Yerçekimi olduğu için bu düştü” Ben de “Hayır, atmosfer bunu aşağı itti” diyorum. İşte bu kuşkudan yola çıkıyorum ve bunlar görünmeyen ile uğraşıyorlar, göze görünmeyenle. Size başka bir deney. (Çakmağı gösterir) Burada öyle bir olay var ki, o yoksa bu çakmak da yok. Göze gözükmüyor, insanın tasarımı ve emeği var. Dikkat, insanın kendisi yok, emeği var. Mesele bu, görünmeyen bu işte. Bu görünmeyen ile uğraştığın takdirde sana komplo teorisyeni de derler, okültist de derler, başın da yanar. Bu görünmeyen ile uğraşmaya okültizm deniyor. Gizli toplulukların ‘görünmeyen’leri siyasi manipülasyondur. Okült toplulukların ‘görünmeyen’leri olayların ardındaki görünmeyendir. 1648’deki Vestfalya Antlaşması’ndan itibaren kurulan topluluklar arasında tabii ki Aryanlar var. Eskiden Tötonlar var. Onlardan itibaren gelen Almanlar var. Almanlar Avrupa’nın en vahşi kabilesidir. Marks ve Engels’in anlattıklarına göre, 11. yy’de hala kanibalizmle yaşayan topluluklar yani hala yamyam olarak insan eti yiyorlar. Avrupa’nın en geç medeniyete giren toplumu, medeniyetten kastımız Hristiyanlık. Meşhur 1. Haçlı Seferi sırasında, Almanlar Hristiyanlığa geçeli daha 60 sene olmuştu. Almanlar Kudüs’e girdiği zaman, açlıktan kırıldılar ve kilise onlara dedi ki “Yahudi eti haramdır, yenmez. Müslümanlar temizdir, onların çocuklarını ve karılarını yiyebilirsiniz.” ve oturup yediler. Bunların hepsinin çıkışı Aryanlar olarak biliniyor. Tapınak Şövalyeleri dediğimiz grubun 1200’lerde etkili olmasıyla beraber başlayan unsurlar.
Tapınak Şövalyeleri gizli topluluğa mı giriyor burada?
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Tapınak Şövalyeleri gizli topluluk idi, Rosie Cross (Gül ve Haç) okült, Masonluk gizli topluluk. Böyle yüzlerce örgüt var ve tabii uluslararası bağlantıları da var. Kilisenin de bunlara karşı koydukları var. Mesela Gül ve Haç’a karşı Cizvitler var. Onlar da çok bilgililer kendi dinlerinde. “Benedictin”ler var, bugünkü papanın da dahil olduğu gruplar. Bizde ki Nurculuk oradan örnek alınmıştır, .
Peki Aryanlarla mavi kanın ilgisi nedir?
Mavi kan dediğimiz hadise asalet, soyluluk vs...
Orta Çağ’da asiller güneşe çıkmıyor, zaten beyaz tenliler, ciltlerinde damarları görünüyor bu yüzden mavi kan asaleti temsil eder gibi bir açıklama da var.
Irklar teorisi var, bunlar faşizan görüşler. Diyorlar ki Afrika ırkı çok yorgun bir ırk dolayısıyla herhangi bir yaratıcı faaliyette bulunmaları mümkün değil. Sarı ırk başka, kırmızı ırk başka, köylü desen zaten onun kapasitesi sınırlı. Peki bir tek ne kalıyor? Biz Avrupalıyız ya, kendimizi nasıl en üstün göstereceğiz? Biz beyaz ırklıyız, sarışın, mavi gözlü, bambaşka insanlarız ve ırk olarak da bütün medeniyet bizden sorulur çünkü biz ilerletiyoruz insanlığı. Bilim bizde, teknoloji bizde, sanat, güzellik... Mesela güzellikte de bir Orta Doğulu kadının güzelliği örnek değil. Onun (Avrupalı’nın) koyduğu kurallar. Bugün Türkiye’de bile erkekler hala 'Aaa sarışın kadın vay' diyor mesela, niye? Çünkü öyle bir şablon var ortada. Fiziksel güzelliği bile tekeline almışlar!
Beyaz tenin diğerlerine üstün gelmesi bir Avrupalı planı olarak görülebilir mi?
Tabii, sadece Avrupalıların uydurması. Plan değil hatta süblimasyon, yüceltme.
Ama bu durumun Hindistan’da da bir karşılığı var çok daha öncesinden gelen. Hindistan’daki kast sistemi binlerce yıl öncesine dayanıyor ve bu sistemde yukarı çıkıldıkça ten rengi açılıyor, ten rengi ne kadar açıksa o kadar üsttesin demek.
Ben bir şeyi empoze edeyim size, örneğin “Dört bacaklı olmak dünyanın en büyük değeridir.” Buna alışırsan ister Alaska’da, ister Meksika’da, ister Amazon’da böyle genel geçer bakış açın bu olur ama bir tek gerçek var. O gerçek fark da şu; insan kanında element olarak altın var. Bu altın miktarı ne kadar yüksekse mavi kan o kadar yukarıda demektir çünkü kandaki altın, zekayı yükseltiyor.
Platon’un dediği gibi...
Evet, demek ki kan ile bağlantılı bir olay bu. Kur’an’da da var “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil. İsa mesela, onun adına kurulmuş bir din var, 2000 senedir sürmüş başka bir kurum yok. En güçlü ideoloji 70 sene. İşte Sovyetler Birliği, komünizm yetmiş senede çöktü. Demek ki ideolojik olursa yürümüyor ama spiritüel olursa yürüyor. Üç tane din var, Yahudilik üç bin sene, Hristiyanlık 2000 sene, İslamiyet yuvarlak diyelim 1450 sene. 1450 sene bir şeyi sürdürmek kolay mı? İnsanlar bir evliliği sürdüremiyorlar, nasıl oluyor da insanlar 1450 sene, 2000 sene, 3000 senedir bir kurumu sürdürmüş? Dolayısıyla mutlaka beyaz olacaksın ve beyaz olduğun zaman da büyük buluşlar yaparsın olayı hikaye. Buluşların çoğunu yapanlar beyaz tenli falan değildi. Demek ki kan ile bağlantılı. Yani kimin kanında altın elementi yüksekse zeka o kadar yüksek. Dolayısıyla o şahıs seçkin gruba giriyor. Mutlaka mavi gözlü, beyaz, sarışın olması gerekmiyor. Mavi kan derken kastedilen bu.
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Mesela tarihte diyorlar, onlar söylüyor bunu, on tane krallık var diyorlar. On krallıktan ikisi Türklere ait olan krallıklar; Avar ve Hun Krallıkları. Dünya bu on krallığın etrafında döner, dünyayı bunlar yönetir. Hala öyledir derler, çünkü 2000 senedir böyle bu.
Bu on krallık hangileri?
Burbonlar var, Franklar var, mesela Almanlar yok onların arasında, Süevler var, Gepitler var vs. Şimdi biz onları tanımıyoruz halbuki onlar var. Mesela desem ki sana Suevya Kralı Gondalus desem, “O kim?” dersin. Halbuki Avrupa’yı ilk defa coğrafi bölümlere sokmuş bir adam. Bir örnek,
Katalan neresi biliyor musun?
Katalunya Bölgesi, İspanya’nın doğusu, Fransa’nın güneyi.
Halbuki kim biliyor musun? Hattiler ve Alanların birleşmesi.
Hattiler dediğimiz Hititler mi?
Hitit, Eti. Eski Hititlerin babası sayılan Hattiler ile meşhur Alanlar.
Konuştukları dil Latince bir dil mi?
Gallik konuşuyorlar. Galya orası çünkü. Şimdi Katalan deyip geçiyoruz biz. Halbuki Alan soyu var, Alanlardan gelen bir damar ile Hititlerin babası olan Hattilerden gelen bir kolun İspanya’da birleşmesidir Katalan. Etki alanlarında bugün çok bilinen bir yer var, başkentleri, meşhur şampanyanın çıktığı yer; Champagne bölgesi. Orada 500 yıl yaşıyorlar ve sonra kendilerini tüketiyorlar.
Hitler ve mavi kana dönecek olursak...
Benim Hitler üzerine bir kitabım çıktı Türkiye’de “Bilinmeyen Hitler” diye. İngiltere’de “Behind the Mask of Hitler” (Hitler’in Maskesinin Ardında) diye çıktı o ve orada da burada da oldukça ilgi gördü.
-Mavi kanın tam olarak nerden geldiğini öğrenebilir miyiz?
-Mavi kan, Mısır’dan gelmektedir. Mısır’da başlayan bir gelenek.
-Hermetik gelenekle ilgisi var o zaman.
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Evet, hermetizm ile bağlantısı var dolayısıyla mavi kan diye bilinen hadise, zeka ile bağlantılı. Yani çok yüksek zeka düzeyine sahip olan kişiler mavi kanlıdır. Renk ve cinsiyet önemli değildir sadece altın elementinin yüksek olması lazım. Avrupa bunu kendine monopolize etmiş “Beyaz ırk, üstün ırktır” diyerek. İşin bu tarafı safsata. Dünyanın her köşesinde mavi kanlı insan olabilir. O kanın özelliklerinden biri çok yavaş akmasıdır, çok koyu olması. Bu mavi kanlı insanlar içinde de çok değişikler var, elitin eliti. Onlar da Cabiriler. Onların çok şaşıracağınız bir özelliği vardır, kan grupları periyodik olarak değişir.
Geometri de hayatın algılanışı için çok önemli. Mustafa Kemal’in de yazdığı bir geometri kitabı var. Geometri Plato’dan bu yana devlet yönetiminde çok etkili. Toplumların oluşturulmasında geometri belirleyici bir unsur olmuş katmanlar olarak. Şimdi Hitler olayına gelirsek, Hitler’in iş başına getirilişi bir gizli örgüt vesilesiyle olmuştur. Bu gizli örgütün kurulduğu yer burası, yani Teşvikiye’dir. Rudolf von Sebottendorff diye bir baron kuruyor.
Kitabınızda bahsettiğiniz Bektaşi değil mi?
Bektaşi ve mason. Herkes bu adamın 1945’te intihar ettiğini sanıyordu ama Türkiye’nin istihbarat teşkilatlarında ölümüyle ilgili dosyalar vardı. Hatta bu dosyalara ulaşabilmek için bir dönem başbakan danışmanlığı yaptım. Aslında 1957’ye kadar yaşamış bir adam ve tam bir Nazi, Nazi partisinin de kurucusu. Hitler’in partisinin esas kurucularından biri. O zaman Hitler yok orada. Baron Rudolf von Sebottendorff diye bir adam. Bu adamın hazırladığı bir program çerçevesinde yürümüş işler, sonra Hitler’le bozuşmuş, sonra da casus olmuş. Gerçekte kendisi öyle mavi kanlı baron da değil. Bir elektrik teknisyeniyken İstanbul’daki bir baron Alman aile evlatlık ediniyor, bu şekilde baron oluyor.
Hitler’in kendi 1.60 boyuna ve kahve rengi saçına, gözüne bakmadan, 2 metre boyunda, sarışın, mavi gözlü bir ırk yaratma çabasında olduğu, bunun için yer altı laboratuvarları kurduğu ve daha o zamanlarda genetik çalışmalar yaptığı söylenir. Hitler’in mavi kanın orijinlerini araştırmak için Orta Asya’ya da bir grup araştırmacı ekip gönderdiği söylenir.
Doğrudur ve bunu Mustafa Kemal de yapmıştır. O dönemde ortaya atılmış tezler var, bunlar teozofik görüşler diye bilinir. Kurucusu Madam Blavatsky isimli bir Rus hanım. Dediğine göre dünyayı yöneten bir takım bilgeler var. Bunlar Nepal’de, Tibet’te, gizli bir dağda yaşıyorlar. Yaşadıkları yerin ismi Şambala.
Şambala inanışı vardır, Şambala bileklikleri vardır. Biraz bahseder misiniz Şambala’dan?
Şambala, mavi kanlıların yaşadığı yer.
Şambala bilekliklerini takınca ne oluyor?
Hiçbir şey olmuyor, bir enerji artışı ama gerçek Şambala’da bileklikler yerine esas olan taşlar vardır ve bunlar kozmik taşlardır. Yani meteorlarla dünyaya düşen taşlar. Mesela granit yeryüzüne ait bir taş ama bir de rodonit var, o dışarıdan gelen bir taş. Kur’an’da Hadid Suresi var orada “Size demiri indirdik ölçümler yapabilesiniz diye” diyor. Demir de yeryüzünün ürettiği bir olay değil. Şambala’da esas olan bu kozmik taşların yaydığı enerjidir. İnsanda iki tür enerji vardır, biri yukarıdan aşağı iner öteki de yatay eksende olandır. Kadınlarda tam göğüs altında,
erkeklerde boyun hizasındadır. Bu yatay enerji eğer ayak bileklerine kadar düşerse şahısta her türlü bunalım, depresyon, intihar görülür. Taşlardan bazıları ki bunlar çizelgelerden çıkar, periyodiktir.
Madem dünyadan değil, dışarıdan geliyor bu taşların kaynağı sınırlı değil mi?
Sınırlı, şöyle sınırlı; bu taşların içinde insanlar için olabilen 99 tane var. Bu 99 taştan bir tanesi hayatının şu döneminde yatay enerjini yükseltmeye yarar. Sen o taşı alıyorsun, kullanıyorsun. Onun enerjisi sendeki enerjiyi yükseltiyor. Yükselttiği zaman görevini tamamlıyor ve o zaman taş kendi kendini kaybediyor, gidiyor senin elinden. Ya düşüyor, ya
çatlıyor, ya kayboluyor. Demek ki Şambala, taşların görünmeyen taraflarıyla ilgilenir. Bu taşın üzerinde görünmez bir güç var, bu taş iyi geliyor da şu taş iyi gelmiyor değil mi?
Hitler’in Orta Asya’daki araştırmaları da burayı bulmak için mi?
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Şambala’yı bulmak için. Hitler, Thule Örgütü’nün üyelerinden birini Japonya’da büyükelçi olarak atıyor. Onun verdiği bilgiler çerçevesinde Hitler’in yolladığı ekip Şambala’yı bulmaya gidiyor. Meşhur Swastika sembolü var Şambala’nın 3000 senelik sembolüdür aslında.
Yalnız bu, ters Şambala. Hitler’e sembolü ters çevirmesini söylüyorlar çünkü düzgün olan şekli “hayatın yeniden üretilmesi” demek. Biz ise, diyorlar, hayatı mahvetmek istiyoruz. Bu “destruction” (yıkım) Swastika’sı. Biz evvela yıkacağız ve yeni insanı yaratacağız diyorlar, “yeni insan.” Şambala, bizim geleneğimizde Mu Kıtası olarak var, Mustafa Kemal de burayı araştırmak için Hindistan ve Tibet’e üç kişilik bir heyet
yolluyor. Topladıkları bilgiler ve Mustafa Kemal’in yazdığı notlar Ankara’da Anıtkabir’de “Mu Notları” diye sergileniyor şu an, gidip orada görebilirsiniz.
Türklerde peki mavi kan var mı?
Türk dediğin?
Kırım Hanlığı mesela?
Kırım Hanlığı'nda bir şey yok ama gene Türkik olarak bilinen gruplarda var. Birçok insanın beğenmediği, vahşi ruhlu dediği Hunlarda var. Mavi kan, zekayla ve wisdom'la bağlantılı. Wisdom nedir?
Bilgelik.
Bilgelik, yani daha doğrusu hikmet. Dolayısıyla wisdom yani bilgeleşebilme özelliği Türkik soylarda var. En çok da şamanlarda, şamanizmde var. Şaman diye bir adam var kabilede, elinde hayvan derisinden bir def var, ona vuruyor. Bunun bilimsel açıklaması nasıl?
Defe vurduğunda titreşimler yayılıyor.
O tütreşimler dünyanın etrafını saran görünmez radyo dalgalarını titretiyor. Dolayısıyla defe vurduğu anda telefon gibi orayla bağlantı kuruyor. En yüksek oranda bağlantı kurabilenler şamanlar, en düşük Afrikalılar. Şamanlar arasında da gene Türkik gruplardan olan Yakut şamanları en yüksek oranda bağlantı kurabilenler.
Bulundukları coğrafyanın ilgisi var mı? Çünkü Asya'nın kuzeyindeler, manyetik kutba yakınlar.
Onlar kurabiliyor, Avrupa en düşük çünkü Avrupa dümdüz bir yer. Finlandiya'dan bir taş yuvarlasan Alplere kadar hiçbir şey olmadan gelir.
Londra’nın bu elektromanyetik dalgaların kesişiminde ciddi bir yeri olduğu söylenir?
Esas büyük kesişme İstanbul'un. İstanbul çok esrarengiz bir şehir.
Sadece stratejik başkent değil o zaman?
Çok değişik bir yer. Boğaz'ın yukarıda yansıması var enteresan bir şekilde, dolayısıyla İstanbul çok enteresan bir yerdir. İstanbul'da bazı bölgeler, bazı yerler vardır, oralardaki enerjiler çok değişiktir. İki tane örnek söyleyeyim size, Yerebatan Sarayı. Hala duruyor, sarnıç. Yarısı kapalıydı eskiden, duvar zannederdi herkes halbuki karton plakla kapanmıştı. 1950'lerde bile Druidler gelir ritüeller yaparlardı o kısımda. O gün kapalı olurdu orası. Druidler çok önemli bir topluluktur ve başı İngiltere Kraliçesi’dir.
Günümüzde hala aynı mı?
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Tabii tabii, geleneksel olarak o şeftir.
İngiltere Kraliçesi geliyor mu peki?
Geldi tabii. Druidler çok önemli bir grup. Bunları okumanız ya da görmeniz gereken bir kitap, Frazer diye biri var onun kitabı "Golden Bough" yani altın dal. Benim soyadım da oradan gelir. Bu altın dal, Druidlerin en üst sembolüdür. Bu ökse otu, elit olmayı sembolize eden bir bitkidir. Ayrıca sarnıçta, Medusa başı sütunları vardır. Biri ters, biri yan durur çünkü orada bir "şeytani güç" olduğu hissedilmiş ve Medusa'yı oraya ters olarak koymuşlar.
Enerjiyi ters çevirmek için?
O sütuna üstün çıplak olarak sarıldığın zaman titremeye başlardın. Soğuktan değil, oradan gelen enerjiden dolayı. Şimdi onun etrafını çevirdiler ki kimse girmesin.
Ama gidip dokunabiliyorsunuz, açık hala.
Dokunursun, o değil. Eskiden suya girip sarılabiliyordun. Şimdi etrafına parmaklık koymuşlar. Mesela bir Yuşa Tepesi var Beykoz'da, bir de Karaköy'de Yeraltı Cami. Camiye aşağı doğru iniyorsun, Tespih Cami diye de bilinir.
Cami olması için mi yapılmış yoksa başka bir şey de sıkıntı olmasın diye cami görünümü mü verilmiş?
Kilise olarak yapılmış, bir ayazma sonra camiye çevrilmiş. Bir tane daha vardı İstanbul'da, Tahta Cami'ydi, tahtadan yapılmış bir cami. Tam
Karaköy'de meydanın oradaydı, onu yıktılar mahsustan, kaldırdılar. 7 tane böyle yer vardı İstanbul'da.
İstanbul'un Bizans zamanından kalma tılsımlı sütunları var. Onların da bu enerjinin yoğunlaştığı yerlere özellikle dikildiği söylenebilir mi?
Bunlar tılsımlı sütunlar değil, onlar şehir efsanesi. Mesela Yahya Efendi Türbesi var Beşiktaş'ta. Yahya Efendi'nin türbesine girdiğin zaman hiç bir ses duyamazsın dışarıdan halbuki arabalar geçiyor, büyük gürültü var ama orada ses kesiliyor. Bunlar özel, tabiatın enerjisinin yoğunlaştığı yerler.
Aryanlara dair en eski bulgular ne zamandan kalma?
En eski dedikleri öyle mühim bir şey değil, sadece 6. yy’den itibaren. Çok daha geride, çok daha güçlü gruplar gelmişler.
Şambala inanışıyla da bağlantılı olarak soracağım bunu, dünyada kendiliğinden olmayan ama uzaydan gelen taşlar varsa uzaydan gelen başka etkileşimler de olduğu ve bu gizli örgütlerin bunlarla bağlantısı olduğunu söylememiz yanlış olur mu?
Bazıları iddia ediyorlar. Gerçek olanlar hiç bir zaman söylemezler bunu.
Gerçekten gizli örgütün varlığını nereden bilebiliriz?
Hangisi? Okült mü?
Okült. Biz nereden bilebiliriz bu kadar gizlilerse?
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Seni seçerler.
Seçerler ama komplo teorisi deyip geçmek bile onların varlığından haberdar olup bahsetmek anlamına geliyor. Onun bir parçası olan zaten çıkıp da söylemez, olmayan nereden biliyor da konuşuyor?
Biz bilmiyoruz, bunlarla ilgili yayınlar var, zaman zaman öldürülmüş olmaları var. Tarihte bunların kaydı olduğu için "Aaa bunlar da varmış" diyoruz.
Çok bilinen sembollerden biraz bahsedelim.
Mesela Swastika çok bilinen bir sembol. Başka?
Beş yapraklı gül.
Rosy Cross'tan yani Gül ve Haç’tan beri olan bir sembol.
Tapınak Şövalyelerinde de var.
Hepsinde var. Gül kokusu itibariyle çekici bir sembol ama gülün 12 değişik anlamı vardır. Aynı zamanda Meryem Ana’dır.
12 de sembolizmde çok önemli bir sayı, bütünü sembolize eder. 12 burç...
12 burç yok 13 burç var. Kova burcu, 1. següney, 2. següney diye ikiye ayrılır. Şubat yani, 1. bölümde doğan kadınlar dünyanın en şehvetli, en manipülatif kadınlarıdır. 2. bölümde doğanlar sadece parayla ilgilidirler.
Erkekler?
Kovanın erkeği hiç bir işe yaramaz, Akrep'in erkeği de öyledir. Yengeç erkeği çok evcimendir, koruyucudur.
Bir de üçgen var. İlluminati ile anılıyor günümüzde. Ancak İlluminati meselesi “Filanca şarkıcı klibinde bacağını kıvırdı, üçgen oldu, aa bak İlluminati” gibi basit bir durum olmasa gerek?
Üçgen nedir? Bir geometrik form. O geometrik form da kadın ve erkeği sembolize ediyor dolayısıyla Janus'tur. Janus, çift yüzlü Roma tanrısıdır. Üçgen, aslında bir trinite yani teslistir. Tanrı var, ruh var, beden var. İslam dininde böyle değil, Budizm'de ikili, Tanrı yok, sadece ruh ve beden var. Dörtlü sistemler de var. Asıl olması gereken ise 5'li sistem. Beşli bir sistem, daha çok bilimsel olandır. Bir örnek verelim, madde var, hareket var, mekan var ve zaman var. Bu dört kategori Aristo'dan beri gelmektedir. 5. ne olabilir acaba? Mevcudiyet. Varoluş değil, mevcudiyet.
Mevcudiyet bunları bir arada tutan ve mümkün kılan mı?
Kolyenizdeki sembol ne mesela?
Fatma'nın eli deniyor.
Bazı hayat kanalları, bazı kişilerin daha zeki olmalarını getirmiş. Tabiatın yaptığı bir iş. Yani mavi kanlılık-asalet-soyluluk, zeka ile bağlantılı bir şey. Beyaz olmaya bağlı değil.
Bu elin ortasında bir göz var, ne demek o? Gözünün gördüğüne el ulaşmak istiyor. Dolayısıyladır ki en önemli iki unsur; bir, entelektüel çaba, göz, bilgilenme gözle başlıyor; diğeri de manuel, kol gücü. Bu ikisi olmadan insanoğlu olamaz. Burada size iki kavram yazacağım. Quidity, ne'lik hali. Bunun cevabı da hexeity, bu'luk hali. Ne'lik hali presence'ını soruyor, mev-cu-di-yet. Bu ise existence, var oluş. Yani onun hem bir presence'ı var, o görünmeyen. Biz hissediyoruz onu, Tanrı böyle bir şey. Bir de var oluş şekli var, yani bir ağaç görüyoruz. O da onun bu'luk hali. İşte bu varoluş ve mevcudiyet arasındaki bağlantı ve fark bütün kainatı ve hayatı yapan şeydir. İşte okültçüler presence ile ilgilenir yani olayın mevcudiyetiyle ilgilenir.
Bütüncül bir yaklaşım mı?
Bütün demeyelim, sadece mevcudiyet. Çünkü bütün dendiğinde bir de parça çıkar ortaya. Parçası yok. İşte bu meşhur şey vardı ya Tanrı parçacığı diye. Atom parçalanmasından ne buldular? Bir mevcudiyet hissettiler. Yani kuarkın içindeki beşinci unsur. Oysa 13. yy’de Hamadani diye bir adam demiş ki “Tanrı'nın kıvılcımı var ve onun sayesinde hepimiz varız.” O günün şartlarında adamın yapabildiği bu. Bugün sen parçacık diyorsun, 13. yy’de adam kıvılcım demiş.
Dünya üzerindeki mitolojiler ve dinlerin anlattığı hikayelerin birbirine ne kadar paralel olduğunu göz önüne alırsak hepsinin bir tane kökeni varmış, oradan insanların dağılmasıyla birlikte gittikleri coğrafyalara uydurmuşlar bunu diyebilir miyiz?
Öyle yanlış olur. Çünkü insanoğlunun bir özelliği var, her olaya bir başlangıç arıyor. İnsanın kafasında zaman diye bir kavram var halbuki mutlak zaman diye bir şey yoktur. Olan sadece olmayan bir zamanın mevcudiyeti, onun için denir ki Tanrı evvel ve ahirdir. Bu da Kaldelilerin 3000 yıl önce fark ettiği bir şey. Öyleyse mitler, efsaneler hepsi hikaye anlatıcılardan çıkmıştır, evvela hikaye anlatıcıları var. Onun sayesinde tarih algısı başlamıştır.
O zaman daha öncesine de gitmemiz lazım çünkü bilinen en eski hikaye Gılgamış Destanı’nda Kral Gılgamış’ın sonsuza dek yaşamak isteyen bir adam olduğunu düşünürsek zaman kavramı daha da eskiye gider.
Çünkü insanoğlunun özelliği ölümün bilincinde olması, hayvanların öyle değil. Dolayısıyla zaman konseptine sahip değiller.
Ölümle yaşam arasındaki birincil fark nefes alıp almamaksa, buna göre şekilleniyorsa spiritüel dünyayı algılayış, biraz nefesten bahseder misiniz?
Nefes demiyorlar ona da nefs, rua. Stoacıların 4 prensip kuralı var, diyorlar ki hava, su, toprak ve ateş olmadan hiçbir şey olmaz. Orada bir eksik var, 5. element dediğimiz şey yani mevcudiyeti kavramak lazım. Burada monoteist dinler öne geçiyorlar çünkü seni göze görünmez bir güce inandırıyor. Nefes dediğimiz hadise ise bildiğimiz nefes değil, kastettiğimiz şey rua. Rua, canlılık halidir. Hiç bitmeyen bir hal. Ben öldüğüm zaman bedenim değişiyor, vücudum canlılığını devam ettiriyor. Bu değişim hali de değişmeyen tek şey oluyor. Onun için “varoluş” diyoruz çünkü sabitlenemiyor.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder